www.dersimizmuzik.net deyiz.Hala Kayıt Olmadınız mı?
 



ein Bild 

  KEMANCININ TAŞLARI

Kumsaldaki ayak izlerinde hece hece, çizgi çizgi keder okunurdu. Martilar kayaliklara inip kalkardi. Dalgalar insanoğlunun gözyaşlarina tanikti asirlar boyu. ...Ve ansizin biraz hüzzam sevdalarin kederiyle, biraz hasretle suyun üstünde küçük beyaz taşlar sektirirdi sahildeki kemanci. Dolaşirdi kiyida. Deniz kabuklari toplar, bu kabuklari özenle sakladiği küçük çakil taşlarinin bulunduğu çantaya koyardi. Taşlarini tek tek alir eline, usulca okşar ve yine o matemli kemanina sarilirdi. Her akşam ayni saatlerde gelirdi kemanci sahildeki parka... Ve her akşam bir önceki güne inat çok daha kasvetli olurdu gözlerindeki keder. Kemanci her akşam yorgun sirtinda o taşlari taşir. Kemanci her akşam sessizce anilara gülümser... Ve kimse bilmez kemancinin kederini. Kimse görmemiştir, duymamiştir bugüne dek tek kelime söylediğini... işte, sevgili okuyucum, hikayemiz bu kemanciyla başladi. Sahildeki parkta onunla dost olabilen tek insan beş-alti yaşlarindaki küçücük bir kiz çocuğuydu. Bir gün kemanci, küçük kizi sahilde ağlarken buldu. Yufka yüreği dayanamadi, ilk kez biriyle konuştu. Fakat ne yapsa kizin gözyaşlarini bir türlü durduramadi... her akşamki gibi taşlari sektirmeye başladi suyun üstünde. Derken küçük kiz kemanciya yaklaşti ve böylece taşlar, kemanci ve küçük kiz her akşam buluştular o parkta. Küçük kizin en çok merak ettiği şey yaşli adamin sirtindaki çantada taşidiği taşlardi elbette. Adamcağiz o taşlari ne diye kendine yük ederdi ki... Pul ya da peçete koleksiyonu yapmak dururken, kemanci neden taşlari toplardi? Kemanci Amca, dedi küçük kiz.



- 'Sen bu taşlari neden böyle çok seviyo'sun?'



- 'Ben küçükken, dedi adam, senin yaşlarindayken okula taşli bir patikadan geçerek giderdim. Her sabah o yoldan geçer ve okul çikişlarinda o yola dökerdim çocukluğumun gözyaşlarini. Benim ağlayişlarimi kimseler bilmezdi o patikadan başka. Pek fazla arkadaşim olmadiği için taşlarla oynardim. Hüzünlerimi, sevinçlerimi taşlara anlatirdim.Taşlar sözümü hiç bölmeden dinlerdi beni, taşlar sirrimi saklardi. işte o günlerde başladi taşlara ilgim. Yoldan geçerken farkli renklerde ve şekillerde taşlara rastladim. Kim bilir daha kaç kişinin öyküsünü dinlediler benim oyun arkadaşlarim... Nice insan geldi geçti o patikadan... Taşlar hep oradaydilar ve hep sessizce tarihe taniklik ettiler. Bir kemanci kemanini dost bilir, hiç ayirmaz yanindan. Benim ilk dostum taşlar, ikincisi kemandir. Taşlarimi da kemanim gibi daima yanimda taşirim. Bilir misin, hiçbir taş bir diğerine benzemez küçüğüm. Her taşin kendi yüzü, kendi görünümü vardir. Her taş aslinda kendi başina sir dolu bir yalnizliktir. Ben farkli taşlar buldukça onlardan bu sirlari dinlerim. Toprağin üstünde durup da gözyüzünü seyre dalarken işittiklerini anlatirlar bana... Ve ben taşlari işte bu yüzden severim.'



- 'Fakat, dedi küçük kiz, taşlar nasil oluyor da konuşuyorlar seninle. Ben taşlarin konuştuğunu hiç duymadim.'



- 'Dinlemesini bilirsen, küçüğüm, tabiattaki her şey sana bir şeyler anlatir. Dinlemesini bilirsen ancak....'

-------------------------------------------------------------------

Bir Doğum Günü Şarkısı

John Evans bir sabah apar topar girdi yaşamıma. Hırpani görünüşlü çocuğun üzerinde binlerinin verdiği belli olan giysiler, ayaklarında ise, yanları açılmış eski püskü bir çift ayakkabı vardı.

John, North Carolîna'daki kasabamıza elma toplama mevsiminde göçmen olarak gelen siyah isçilerden birinin oğluydu. Bu işçiler o kadar yoksuldu ki, kazandıkları para ailelerini geçindirmeye bile yetmiyordu.

ikinci sınıfın okuduğu dersliğin kapısında dikilmiş duran John'un görüntüsü içler acısıydı. Öğretmenimiz Bayan Parmele, John'un adını yoklama defterine yazarken, ağırlığını sürekli olarak bir ayağından diğerine veriyordu rahatsız bir biçimde. Sınıfa yeni gelen bu zavallı görünümlü arkadaşımıza karşı nasıl bir tavir içinde bulunmamız gerektiğini bilemiyorduk, ama sınıfta varlığından hoşnut olmadıklarını belli eden bir fısıltı giderek yükselmeye başlamıştı.

Arkamda oturan çocuk, "Bu ne?" diye homurdandı. Kızlardan biri kıkırdayarak, "Biriniz bir pencere açın." dedi. Bayan Parmele gözlüklerinin üzerinden bize baktı. O bakınca sınıftaki mırıltılar kesildi ve Bayan Parmele başını tekrar işine eğdi.

Bayan Parmele, "Ever. bu yeni arkadaşınız John Evans," dedi daha sonra. Sesinin mutluymuş ifadesi vermesi için kendisini zorladığı belliydi. John şöyle bir bakındı sınıfa ve gülümsedi. Belli ki, birilerinin de kendisine gülümsemesini bekliyordu umutla. Fakat hiç kimse gülümsemedi, ama o hâlâ sırıtmayı sürdürüyordu.

Nefesimi tutmuş, Bayan Parmele'nin yanımdaki boş sırayi farketmemesi için dua ediyordum. Ama farketti ve parmağıyla o sırayı işaret etti John'a. John sırasına otururken bana bir gözattı, ama ona kendisiyle arkadaş olacağıma ilişkin bir umut vermemek için gözlerimi kaçırdım bakışlarından.

Gelişinin ilk haftasının sonunda John okuldaki sosyal yaşamda kendisine hiçbir yer bulamamıştı. Bir akşam yemekte anneme, "Bu kendi hatası," dedim. "Daha sayı saymayı bile bilmiyor."

Hakkındaki yorumlarım sayesinde annem John'u eni konu tanıyordu artık. Beni hep sabırla dinliyor, "Hmmm." ya da "Anlıyorum," gibi şeyler söylüyordu yalnızca yorumlarım karşısında.

John elinde yemek tepsisi, yüzünde bir gülümsemeyle önümde durmuş bana, "Yanına oturabilir miyim?" diyordu. Birinin bizi görüp görmediğini anlamak için çevreme bir gözattıktan sonra "Peki," dedim çaresizce.

Onun yemeğini yemesini seyrederken, John hakkındaki yorumlarımızda pek de haklı olmadığımızı anladım, iyi bir çocuktu, üstelik tanıdığım en neşeli erkek çocuğuydu.

Yemeğimizi bitirdikten sonra hemen bahçeye çıkıp, salıncaklara, oradan barfikslere ve kum havuzuna koştuk. Tekrar sınıfa girmek için Bayan Parmele'nin arkasında sıra olduğumuzda, John'la arkadaş olmaya karar vermiştim.

Bir gece annem yorganımı düzeltirken ona, "Anne. çocuklar neden John'a bu kadar kötü davranıyorlar sence?" diye sordum.

"Bilmem," dedi üzgün bir sesle. "Belki de bildikleri tek şey budur,"

"Anne, yarın onun doğum günü. Kimse ona armağan vermeyecek. Pastası olmayacak. Armağanları olmayacak. Hiçbir şeyi olmayacak. Hiç kimsenin umurunda değil."

Annem de, ben de, sınıftaki çocuklardan birinin doğum günü olduğunda annesinin sınıfa hem doğum günü pastası, hem de herkese kurabiye getirdiğini biliyorduk. Kız kardeşimin ve benim doğum günlerimde annem okula o kadar sık gelip gitmişti ki. Oysa John'un annesi bütün gün elma bahçelerinde çalışıyordu. Onun bu çok özel gününün kimse farkına bile varmayacaktı.

Annem, "Üzülme," dedi ve beni öpüp, iyi geceler diledi. "Eminim her şey çok iyi olur." Yaşamımda ilk kez annemin yanlış düşündüğüne inandım.

Ertesi sabah kahvaltıda kendimi iyi hissetmediğimi, okula gitmek istemediğimi söyledim.

Annem, "Bunun John'un doğum günüyle bir ilgisi var mi?" diye sordu. Yanaklarımdaki kızarıklık annemin istediği yanıttı zaten. "Senin doğum gününde arkadaşın gelmese, sen ne yapardın?" diye sordu tatlı bir sesle. Bir an düşündüm ve annemi öpüp yola koyuldum.

Sabah ilk iş olarak, John'un doğum gününü kutladım. Utangaç gülümsemesinden, kendisini anımsamamdan çok hoşnut olduğunu anladım. Belki de o kadar kötü bir gün olmayacaktı o gün.

Öğleye doğru doğum günlerinin o kadar önemli olmadiğına karar vermiştim neredeyse. Tam Bayan Parmele tahtaya bir matematik problemi yazarken, koridordan gelen tanıdik bir ses işittim. Çok iyi tanıdığım bir ses doğum günü şarkısını söylüyordu.

Sonra sınıfın kapısı açıldı ve elinde mumlarla süslü, kocaman bir doğum günü pastasıyla annem girdi içeriye. Kolunun altındaysa, üzerinde kırmızı kurdeleden yapılmış bir fiyonk olan bir armağan paketi vardı.

Sınıftakiler bir açıklama bekler bakışlarla beni süzerlerken, Bayan Parmele de cırtlak sesiyle anneme eşlik etmeye başlamıştı. Karanlıkta bir arabanın farlarına yakalanınca şaşıran bir geyiğe benzeyen John'u annem hemen tanıdı. Pastasıniıve armağanını sırasının üzerine koyarken, "Doğum günün kutlu olsun, John," dedi.

Arkadaşım, annemin getirdiği pastayı sabırla tek tek bütün sınıf arkadaşlarına dağıttı. Annemle gözgöze geldik. Pastamı ısırırken, bana gülümseyip, göz kırptı.

Geriye dönüp baktığımda, o doğum gününü birlikte kutladığımız arkadaşlarımın hemen hiçbirinin adıni anımsamıyorum. John Evans doğum gününden kisa bir süre sonra gitti ve bir daha ondan hiçbir haber alamadım. Fakat ne zaman o çok tanıdik şarkıyi işitsem, o günü anımsarım. Annemin tatlı sesini, o çocuğun gözlerindeki pırıltıyı ve pastanın güzel tadını.

 

------------------------------------------------------------------

               BABAMIN MÜZİĞİ

 

Babamın o ağır akordeonu kendini hayli zorlayarak evimizin içine taşıyışını anımsıyorum. Annemi ve beni oturma odasına çağırdı ve kutuyu sanki bir hazine sandığını açıyormuş gibi açtı. İşte dedi, Çalmayı öğrendiğinde yaşamın boyunca seninle kalacak.

Onun o anki mutluluğunu paylaşamadım çünkü bir gitar ya da piyano düşlüyordum. 1960 yılındaydık ve küçük el radyoma yapışık gibi yaşıyor, ünlü gitar ve piyano ustalarının yapıtlarını hayranlıkla dinliyordum. Akordeonla yapılmış hiçbir ünlü müzik parçası yoktu. Parlak beyaz tuşlara ve krem rengi körüğe baktığımda arkadaşlarımın benimle dalga geçmelerini duyar gibiydim.

Sonraki iki hafta boyunca akordeon koridordaki dolapta kapalı kaldı. Ve bir akşam babam önümüzdeki hafta derslere başlayacağımı bildirdi. İnanmazlıkla dolu olarak destek için annemin gözlerine baktım ama yüzündeki ifadeden beni desteklemediğini anladım.

Bir akordeona 300 ve ders başına da 5 dolar vermek babamın yapacağı türden bir iş değildi. Pennsylvaniada bir çiftlikte, bazen yeterli giysi ve yiyecek bile bulamadıkları çok zor koşullarda büyümüş olduğu için işe yaramayacak şeyler için para harcamayı sevmezdi.

Ailem ben doğmadan önce annemin ailesine ait iki katlı evin üst katına taşınmışlardı. Büyükannem ve büyükbabam alt katta yaşıyorlardı. Babam hafta içinde her gün üç saatlik yorucu bir yolculuk yaparak çalıştığı tamir servisine gidip geliyordu. Hafta sonlarında ise bodrum kattaki çalışma tezgahında ya bozuk bir dolabı ya da bir oyuncağı onarıyordu. Zayıf ve çekingen bir adamdı ve çalışma tezgahının başında geçirdiği zamanlarda olduğu denli hiçbir yerde rahatlamazdı.

Babamı yalnızca müzik, tezgahındaki aletlerinden ve projelerinden ayırabilirdi.

O günlerde evdeki bir dolabı karıştırırken minik bir gitar kutusuna benzeyen bir kutu buldum. Çok şaşırdım. Açtığımda içinden pırıl pırıl parlayan çok güzel bir keman çıktı. Babanın kemanı dedi annem, Ailesi almış ona ama sanırım koşulların zorluğu nedeniyle çalmayı hiç öğrenememiş. Babamın kaba ellerini bu zarif aletin üzerinde gezinirken düşünmeye çalıştım ama başaramadım.

Kısa bir süre sonra derslerime başladım. İlk günümde aletin kayışları omuzlarımı hayli acıttı ve kendimi her bakımdan beceriksiz duyumsadım. Bittiğinde babam öğretmenime nasıl olduğumu sordu. O da, İlk ders için oldukça iyi diye yanıtladı.

Her gün yarım saat çalışmam istenmişti ve ben her gün bundan kaçmaya çalışıyordum. Dışarıda top oynamak dururken nasıl olsa yakında unutacağım şarkıları öğrenmeye anlam veremiyordum. Ancak ailem çalışmam konusunda hiç geri adım atmıyordu.

Çok şaşırmama karşın zaman içinde ellerimi uyumlu bir biçimde kullanarak basit kimi şarkıları çalabilmeye başladım. Babam akşam yemeklerinden sonra sıklıkla benden bir iki şarkı çalmamı istiyordu. O koltuğuna kuruluyor ve ben bildiğim birkaç melodiyi çalarken büyük bir zevkle dinliyordu.

Çok güzel, geçen haftadan daha iyi diyordu hep. Onun en beğendiği şarkıları peş peşe çalmaya başladığımda kucağında gazetesi katlanmış bir biçimde koltuğunda uyuyakalıyordu.

Bir temmuz akşamında çok eski bir şarkıyı neredeyse kusursuz bir biçimde çalmaktaydım ki annem ve babam pencereden bakmamı söylediler. Evinin dışında çok az gördüğümüz yaşlıca bir komşumuz arabamıza dayanmış çaldığım şarkıyı mırıldanarak dalıp gitmişti. Bitirdiğimde gülümseyerek bana seslendi, Bu şarkıyı İtalya daki çocukluğumdan anımsıyorum dedi. Güzel, çok güzel.

Dersler yaz boyunca giderek zorlaştı. Öğrendiklerimi tam olarak çalabilmek saatlerimi alıyordu. Tabii bu arada dışarıda çeşitli oyunlar oynayan arkadaşlarım da ara sıra bana takılmadan edemiyorlardı, Hey maymunun ve dilenme kabın nerede?

Ancak bu tür aşağılamalar yaklaşan güz resitalinin bende yarattığı endişenin yanında sönük kalıyordu. Yerel bir tiyatronun sahnesine çıkacak ve solo çalacaktım. Bunu yapmak istemiyordum. Bir pazar öğleden sonra arabada giderken duygularım taşıp boşalıverdi.

Tek başıma çalmak istemiyorum dedim.

Çalmak zorundasın diye yanıtladı babam.

Neden? diye bağırdım. Sen çocukken kemanını çalamadın diye mi? Neden sen kendi kemanını hiç çalmak zorunda kalmamışken ben bu aptal aleti çalmak zorundayım?

Babam arabayı yolun kenarına çekti ve bana döndü.

Çünkü insanları neşelendirebilirsin. Onların yüreklerine dokunabilirsin. Bu öyle bir armağandır ki senin onu başından atmana izin vermeyeceğim. Sonra da yumuşacık bir sesle ekledi, Bir gün benim hiçbir zaman sahip olmadığım bir şansın olacak. Ailene çalacaksın ve şimdi niye çok çalışmış olduğunun anlamını o zaman anlayacaksın.

Nutkum tutulmuştu. Babamın akordeon bir yana herhangi bir şey hakkında yaptığı böyle duygulu bir konuşmayı çok seyrek duymuştum ve o günden sonra ailemin beni zorlaması olmaksızın çalışmalarımı sürdürdüm.

Konser akşamı annem parıltılı küpeler takmış ve başka hiçbir zaman görmediğim denli çok makyaj yapmıştı. Babam eve erken geldi ve takım elbise giydi, kravat taktı. İkisi de bir saat önceden hazırdı ve oturma odasında gergin bir biçimde sohbet ediyorduk. Hiç söylemediler ama çalacağım bu tek şarkının onlar için bir düşün gerçekleşmesi anlamına geldiğini anladım.

Tiyatro salonunda, ailemin benimle gurur duymasını istediğimi düşündüğümde sinirlerim iyice gerildi. Sonunda sıram geldi. Sahnenin ortasındaki tek sandalyeye yürüyüp oturdum ve tek bir yanlış yapmadan, Bu Akşam Yalnızlıktan Sıkılıyor musun? (Are You Lonesome Tonight) adlı şarkıyı çaldım. Büyük bir alkış koptu ve diğerleri durduğunda kimileri alkışlamayı sürdürdüler. Çok mutluydum, başarmıştım.

Konserden sonra annem ve babam sahne arkasına geldiler. Başları dik ve kızarmış yüzleriyle yürüyüşlerinden mutlu oldukları belliydi. Annem beni kucakladı. Babam kolunu omzuma attı ve beni kendine çekti ve Harikaydın dedi. Sonra elimi sıktı ve uzun süre bırakmadı.

Yıllar geçtikçe akordeon yaşamımda geri plana düştü. Babam özel günlerde çalmamı istiyordu ama dersler bitmişti. Üniversiteye gittiğimde akordeonum koridordaki dolapta babamın kemanının yanındaki yerini aldı.

Üniversiteden mezun olmamdan bir yıl sonra ailem yaşadığım kentin yakınlarında bir kente taşındı. Babam 51 yaşında sonunda kendine ait bir ev sahibi olabilmişti. Taşındıkları gün akordeonu kendi evime getirip tavan arasına koydum.

Akordeon orada benim kendi iki çocuğumun bir öğleden sonra rastlantı sonucu keşfetmelerine dek yıllarca tozlu bir anı olarak durdu. Oğlum onun gizli bir hazine olduğunu düşünmüş, kızım ise içinde bir hayaletin olduğunu... Her ikisi de haklıydılar.

Kutuyu açtığımda gülerek bağırıştılar, Çal, çal baba ne olur çal. İsteksizce kayışları omzuma geçirdim basit bir iki şarkı çaldım. Yeteneğimi kaybetmemiş olduğumu görmek beni şaşırttı. Çocuklar çevremde kıkırdayarak dans etmeye başladılar. Eşim bile kahkahalar atıyor ve el çırparak tempo tutuyordu. Onların çılgın neşe ve coşkusu karşısında hayrete düşmüştüm.

Çok çalışmanın ve başkaları için bir şeyleri feda etmenin ne demek olduğunu sonunda biliyordum artık. Babam baştan sona haklıydı; en değerli armağan sevdiğiniz insanların yüreklerine dokunmaktı.

Daha sonra babamı telefonla aradım ve sonunda onu anlamış olduğumu söyledim. Doğru sözcükleri seçmek için hayli uğraşarak bana verdiği, keşfetmem neredeyse otuz yıl süren miras için teşekkür ettim. Bir şey değil dedi, sesi duygu seli içinde boğularak.

Babam kemanıyla hoş sesler çıkarabilmeyi hiç öğrenemedi. Ancak ailesi için hiç çalmamış olduğunu düşünmesi yanlış bence. O akşam eşim ve çocuklarım dans edip kahkahalar atarken benim akordeonumu dinliyorlardı. Oysa o babamın müziğiydi.

Wayne Kalyn

-------------------------------------------------------------------

Sihirli Keman
 
   

Çok eskiden, genç bir kadin, kocasini ve küçük yaştaki oğlunu terk ederek ortaliktan kaybolmuş, bir daha da görünmemişti. Kocasi bir müddet sonra yeniden evlenmiş, çocuk da üvey anne eline düşmüştü. Vakti geldiğinde çocuk okula başladi. Ama derslerinde hiç başari gösteremiyordu. Yaşitlari arasinda en başarisiz oydu. Çocuk derslerini başaramadikça baba ve üvey annesi tarafindan aşağilaniyor, ara sira da tartaklaniyordu.

Çocuk böyle aşağilandikça daha başarisiz oluyor, başarisiz oldukça da aşağilaniyordu.

Bu durumda işin içinden çikmasi mümkün değildi. Adi bir defa " aptal " a çikmişti.

Sonuçta beklenen oldu. Baba çocuğu okuldan aldi, bir ustanin yanina çirak olarak verdi. Fakat çocuk bu çirakliğinda da bir varlik gösteremedi.

Eli hiçbir ise yakişmiyordu. Tersine sakarliği, kirip dökücülüğü daha çok göze batiyordu. Ailesi tarafindan olduğu kadar çevresi tarafindan da itilip kakiliyordu.

işte bu ortamda bir gün bu çocuğa, yillar önce kendini ortalikta birakip kaçan annesi tarafindan bir mektup ve birlikte bir paket gönderildi. Anne mektubunda, oğlunu çok özlediğini, hiçbir zaman aklindan çikarmadiğini, kaderin kendisini öyle davranmaya ittiğini yaziyor ve bir çeşit özür diliyordu. Gönderdiği paketin içinden de bir keman çikmişti. Çocuk gerek mektup gerekse keman için çok sevinmişti. Annesi tarafindan unutulmamiş olmasi onu son derece mutlu etmişti.

Bu arada kemani da çalmaya başladi. Kisa zamanda o kadar güzel keman çalmaya başladi ki herkes şaşirip kaldi. Bu derece kabiliyetsiz, eli bir ise yakişmayan çocuk nasil böylesine ustaca keman çalabilirdi? Başta baba ve üvey anne olmak üzere hemen herkes gelen kemanin sihirli olduğuna inanmaya başladi. Başka türlüsü akillarina siğmiyordu. Çocuk da giderek keman çalmada daha da ustalaşiyor, adeta kemani konuşturuyordu. Hemen herkeste bu işin nasil olduğunu, gizini araştirip öğrenmek hevesi uyandi. Yakindaki bir kentte yaşayan bir bilgeye, çocuğun öyküsünü anlatip, onun nasil da bilinen yeteneksizliğine rağmen kusursuz keman çalabildiğini, kemanda bir sir olup olmadiğini sordular. Yaşli bilge şu açiklamada bulundu:

"Kemanda sandiğiniz gibi bir sir yoktur. Çocuk da sanildiği gibi doğuştan kabiliyetsiz değildir. Ama başlangiçta annesi tarafindan unutulduğunu sanarak okulda ve iş yaşaminda bir varlik gösterememiştir. Unutulmak çok kötü bir şeydir. Bütün kabiliyetleri körletir. Ama neden sonra çocuk annesi tarafindan unutulmadiğini, sevildiğini öğrenince var olan kabiliyetler yeşermiştir. Sizin etrafinda bunca yorumlar, yakiştirmalar yaptiğiniz olay bu kadar basittir."

----------------------------------------------------------------

*DENiZ YILDIZI*

*Yazi yazmak için okyanus sahillerine giden
bir yazar, sabaha karşi kumsalda dans eder
gibi hareketler yapan birini görür.
Biraz yaklaşinca , bu kişinin sahile
vuran denizyildizlarini, okyanusa atan genç bir
adam olduğunu fark eder. Genç adama yaklaşir:
- Neden denizyildizlarini okyanusa atiyorsun?
Genç adam yanitlar;
- Birazdan güneş yükselip, sular çekilecek.
Onlari suya atmazsam ölecekler. Yazar sorar;
- Kilometrelerce sahil , binlerce denizyildizi var.
Ne fark eder ki?
Genç adam eğilir, yerden bir denizyildizi
daha alir, okyanusa firlatir.
- Onun için fark etti ama...

------------------------------------------------------------------
AZiM

Japon çocuğun tek hayali çok ünlü bir karateci olmakti.
 


Fakat ailesi buna izin vermezdi.
 


Bir gün talihsiz bir kaza sonucu çocuk sol kolunu kaybetti.

Ailesi çocuğun moralinin çok kötü olduğunu görünce ona bir karate hocasi tuttu.
 


Hoca ilk dersinde çocuğa karsisindakini sağ koluyla tutup üstünden savurmayi gösterdi.
 


Hatta ikinci, üçüncü ve sonraki bütün derslerde hep ayni hareketi yapiyorlardi.

Çocuk bir gün hocasina "hocam ben çok sikildim, artik başka hareketlere geçsek" dedi.


 


Hoca ise bunu kabul etmeyerek dünyada bu işi en hizli yapan kişi olmadikça bitirmeyeceğini söyledi.
 


Çocuk o kadar hizlanmişti ki, hocasini bile göz açip kapayincaya kadar yerden yere vuruyordu.

Bir gün hoca elinde bir kağitla geldi kağitta çocuğun gençler karate şampiyonasina katilabileceği yaziyordu.
 


Çocuk çok şaşirdi.

Ertesi gün salonda ilk rakibinin karşisina çikacakken heyecanla hocasina sordu,
 


"hocam bu iş nasil olur? Ben sadece tek hareket biliyorum kesin kaybederim".
 


Hocasi ise "sen sadece hareketi yap" cevabini verdi.

Çocuk ringe çikti ve hareketiyle rakibini eledi.
 


Hatta tek hareketle finale kadar çikti.
 


Finalde karşisinda kendisinin iki kati birisi vardi.
 


Önce çok korktu ama gene bildiği hareketi yaparak son rakibini de yendi ve şampiyon oldu.

Sevinçle hocasinin yanina koştu ve sordu "hocam nasil olur anlamiyorum, sadece bir hareket biliyorum, tek kolluyum ve şampiyon oldum".

Hocasi çocuğa bakti ve dedi ki, "senin yaptiğin hareket karatedeki en zor hareketlerden biridir.
 


..Ve bir tek savunmasi vardir o da, rakibin sol kolunu tutmak".
---------------------------------------------------------------
   SÜRPRiZ


    Evin kapisi vurulduğunda yaşli kadin güçsüz bacaklariyla hole doğru ilerledi.

Gelenler, oğlunun asker arkadaşlariydi. Her ikisi de elini öptükten sonra uzun boylu olani:
-Pek fazla vaktimiz yok anaciğim, dedi. Birkaç saat koparip hayir duani almak istedik. Kadin, büyük bir telaşla:

-Olmaz öyle şey , diye atildi. Bir şeyler yedirmeden sizi birakir miyim hiç?


 Yaşli kadin bu sözleri, eşinin ve oğlunun sağliğindaki günlerin vermiş olduğu alişkanlikla bir çirpida söylemiş, fakat işin nereye varacağini düşünememişti.

 Diğer asker, saatine baktiktan sonra:
 -Peki anaciğim , diye karşilik verdi. Karnimiz tok ama yine de ikişer yumurta kirarsan yeriz.

Esasinda delikanli, kadina bir zahmet vermemek için böyle demiş ve bahçede de tavuklari gördüğünden, işi en basit şekliyle geçiştirmek istemişti.Onlarin son günlerde sadece iki yumurta yaptiğini, ve evde de başka bir şey bulunmadiğini nerden bilecekti?

 Yaşli kadin, mutfağa doğru yönelirken, şimdi yan odada oturan gençlerle birlikte askerlik yaptiği sirada, vatan hainleri tarafindan şehit edilen yavrusunu düşünüyordu. O da arkadaşlari gibi, sahanda yapilan yumurtayi ne kadar çok severdi.

  Kadin, titrek elleriyle yumurtalari kirmaya çalişirken , ister istemez üzülüyor ve misafirlerine, fakirliğini hissettirmemenin çarelerini ariyordu.

 iyi ama çocuklar ikişer yumurta dedikleri halde, tabaklarinda sadece birer yumurta gördüklerinde ne olacakti?

Yaşli kadin, daha fazla bir şey düşünemedi. Ve acizliğinin verdiği tevekkülle, yumurtalari alip kirdiğinda, nur yüzü sevinç gözyaşlariyla islandi.

  Her iki yumurta da , çift sarili çikmişti.
  bravo bravo bravo
----------------------------------------------------------------
Her iyi anne gibi Karen de bir bebeğin yolda olduğunu öğrenince ,üç
yasindaki oğlu Michael'i yeni bir kardeş için hazirlamaya başlamişti.
Bebeğin kiz olacaği anlaşildi ve Michael annesinin karnindaki kiz kardeşine
her gün, her
aksam şarki söylemeye başladi. Onunla tanişmadan önce aralarinda bir sevgi
baği oluşmaya başlamişti.
Hamilelik normal bir şekilde gelişiyordu. Karen de Tenesse'de Morristown
Panter Creek United Methodist Kilisesi'nde aktif bir üye olarak
çalişmalarini da sürdürüyordu.
Vakti gelince ,doğum sancilari başladi. Sonra her beş dakikada bir, üç
dakikada bir ve her dakika.....
Fakat doğum aninda ciddi bazi sorunlar ortaya çikti ve Karenin sancilari
saatler sürdüğü halde bebek doğmadi. Bir sezeryan mi gerekecekti ?
Nihayet çok zor çabalar sonucu Michael'in kiz kardeşi dünyaya geldi. Ama çok
ciddi bir sorun var gibiydi. Gece yarisi çalan ambulans sirenleri arasinda
Tenesse Knoxville'deki T. Marj Hastanesi Çocuk servisinin yoğun bakim
ünitesine kaldirildi.

Günler geçtikçe küçük kiz kötüleşiyordu. Çocuk doktoru çok üzgün bir şekilde
"Çok az bir ümit var . En kötü son için hazirlikli olmalisiniz." dedi.
Karen ve eşi cenaze töreni için mezarlik yetkilileriyle konuştular.
Evlerinde bebekleri için harika bir oda hazirlamişlardi.Oysa simdi cenaze
için tören hazirliyorlardi.
Michael, öte yandan anne ve babasina kiz kardeşini görebilmek için yalvarip
duruyordu. "Ona şarki söylemek istiyorum"diyordu. Yoğun bakimdaki iki hafta
sanki cenaze töreninin bir hafta sonra olacağini işaret ediyor
gibiydi.
Michael şarki söylemek konusunda israr ediyordu. Ama yoğun bakim ünitesine
çocuklarin girmesi kesinlikle yasakti. Ancak Karen kararini verdi. Onu oraya
sokacakti. izin verseler de vermeseler de ....Eğer kiz kardeşini o zaman
göremezse bir daha asla göremeyebilirdi. Ona, kendisine oldukça büyük gelen
bir ziyaretçi giysisi giydirdi ve yoğun bakim ünitesine soktu. Ama baş
hemşire onun bir çocuk olduğunu anladi ve :"O çocuğu buradan çikarin.
Çocuklarin girmesi yasak." diye uyardi.
Genelde uysal bir kadin olan Karenin içindeki anne birden güçlü bir şekilde
başkaldirdi ve baş hemşirenin yüzüne çelik gibi bakişlarla bakarak: "Kiz
kardeşine şarki söylemedikçe buradan gitmeyecek."dedi.
Michael'i kiz kardeşinin yatağina oturdu. Savasi kaybetmek üzere olan küçük
kiza bakti. Bir sure sonra şarki söylemeye başladi, saf temiz kalpli 3
yasindaki çocuğun piril sesiyle.

(Sen benim gün işiğimsin, tek gün işiğim, gökyüzü griyken beni mutlu
edersin.)
Aniden küçük kiz tepki verdi. Kalp atişlari sakinleşti ve düzenli olmaya
başladi.
"Þarkiyi sürdür"dedi Karen gözleri yaş dolu.
(Seni ne çok sevdiğimi asla bilmeyeceksin, sevgilim. Lütfen gün
işiğini benden alma.)
Michael, şarkiyi sürdürdükçe, bebeğin sorunlu, kesik olan solunumu
küçük bir kediciğin nefes aliş verisi gibi düzenli bir hale girmeye başladi.
"Þarki söylemeye devam et bebeğim."
(Gecen gece uyurken, rüyamda seni kollarimda tuttuğumu gördüm
sevgilim.)
Michael'in küçük kardeşi sakinleşmeye devam etti. Ama bu bir iyileşme de
gösteren bir sakinleşmeydi.
"Devam et Michael". Simdi o diktatör tavirli bas hemşirenin yüzü yaslarla
islanmişti. Karen de coşkuyla şarkiya katildi.
Ertesi gün, hemen ertesi gün küçük kiz eve gidebilecek kadar iyileşmişti.
Women's Dey isimli dergi bu olaya "Abinin şarkisinin mucizesi"adini verdi.
Sevdiğiniz insanlar için ümidinizi asla yitirmeyin.
Sevgi inanilmayacak kadar güçlüdür.

çeviren Doğugül KAAN
-------------------------------------------------------------------
 


ÖN YARGI VE KORKUNUN GETiRDiĞi YANILGIYA iYi BiR ÖRNEK

Uzaklarda bir köyde henüz çocuğunun doğumunu göremeden ölmüş kocasi olan, tek başina yaşayan hamile bir kadin kendisine arkadaş olmasi açisindan dağda yarali olarak bulduğu bir gelinciği evinde beslemeye başlar.
Gelincik kadinin yanindan bir an bile ayrilmaz. Her ana ne kadar evcil bir hayvan olmasa da, oldukça uysallaşir.Birkaç ay sonra kadinin çocuğu doğar. Tek başina tüm zorluklara tüm zorluklara göğüs germek ve yavrusuna bakmak zorundadir.
Günler geçer.
Ve kadin bir gün birkaç dakikaliğina da olsa evden ayrilmak ve yavrusunu evde birakmak  zorunda kalir.
Gelincikle bebek evde yalniz kalmişlardir. Aradan biraz zaman geçer ve anne eve gelir. Gelinciği  ve kanli ağzini görür. Anne çildirmişcisina gelinciğe saldirir ve oracikta öldürür hayvani. Tam o sirada içerdeki odadan bir bebek sesi duyulur.Anne odaya yönelir…
Ve odada beşiğin içindeki bebeği ve yaninda duran parçalanmiş yilani görür.
………………………………………………………………………………………………….. 
 
Einstein’in söylediği rivayet edilen bir söz vardir.
 
‘‘ insanlardaki önyargiyi parçalamak benim atomu parçalamamdan daha zor.’’
-----------------------------------------------------------------
Ben hangisini daha iyi beslersem
Yaşli Kizilderili reisi kulübesinin önünde torunuyla oturmuş, az ötede birbiriyle boğuşup duran iki köpeği izliyorlardi. Köpeklerden biri beyaz, biri siyahti. Oniki yaşindaki çocuk kendini bildi bileli o köpekler dedesinin kulübesi önünde boğuşup duruyorlardi. Dedesinin sürekli göz önünde tuttuğu, yanindan ayirmadiği iki iri köpekti bunlar. Çocuk, kulübeyi korumak için bir köpeğin yeterli olduğunu düşünüyor, dedesinin ikinci köpeğe neden ihtiyaci olduğunu ve renklerinin neden illa da siyah ve beyaz olduğunu anlamak istiyordu artik.

O merakla, sordu dedesine. Yaşli reis, bilgece bir gülümsemeyle torununun sirtini sivazladi.

"Onlar" dedi, "benim için iki simgedir evlat."

"Neyin simgesi" diye sordu çocuk.

"iyilik ile kötülüğün simgesi. Aynen şu gördüğün köpekler gibi, iyilik ve kötülük içimizde sürekli mücadele eder durur. Onlari seyrettikçe ben hep bunu düşünürüm. Onun için yanimda tutarim onlari."

Çocuk, sözün burasinda, mücadele varsa, kazanani da olmali diye düşündü ve çocuklara has bitmeyen sorulara bir yenisini ekledi:
"Peki", dedi. "Sence hangisi kazanir bu mücadeleyi?"

Bilge reis, derin bir gülümsemeyle bakti torununa:
"Hangisi mi evlat?
Ben hangisini daha iyi beslersem!"

----------------------------------------------
ŞARKI SÖYLEMEYİ SÜRDÜR
 

Yeni Sayfa 1 3.15.235.171






Bilgileriniz sistemimize kaydedilmektedir.


Online
Müzik Dinlemek İçin Tıklayınız
 
Bugün 73469 ziyaretçi (158908 klik) kişi burdaydı!



 

Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol